top of page

ANTIDISCIPLINARY POETICA

Dışarıda deli yağmur.

Başladı ovanın musonları;

bazen günlerce dinmeyen bir gökyüzü inadı…

Ev karanlık.

Işıkları hep açık bırakıyorum,

güneşi unutmamak için.


Yabana göçeli oldu sana iki yıl;

İçimde tuhaf bir ferahlık.

Kafamın içi bir çorba,

fikirler birbirini itip kakıyor.

Bu kış bakalım şiirler nasıl?

Belki delirtecek kadar yoğun,

Belki de kırıp geçecek kadar berrak…

Her iki ihtimal de aynı kapıya çıkıyor:

kendine dönüşün keskin eşiği.


Yalnızlık artık bir boşluk değil;

kendi kendine çoğalan bir gezegen.

Tek başına uyumanın o asil, ağır,

duvara çarpmayan sessizliği…

Hiçbir nefese değişmem.

İçimde yavaş yavaş kurulan bir koloni:

kendi yankısından beslenen bir varoluş.

Ve bütün bu sessizlik,

bütün bu yağmur,

bütün bu iç uğultu

beni hikâyenin en eski kapısına geri çağırıyor.


Naber İstanbul,

sen ki insanın zihnini, gururunu, kokusunu

aynı dar sokakta birbirine çarpan

o kadim labirent.

Bende bıraktığın gölge artık bir şehir değil;

zamana verdiğim sınavın solgun kalıntısı.

Zamanın garip bir adaleti varmış:

Önce beni parçalara ayırdı,

sonra o parçaların çığlığını

tek bir bilince çevirdi.

Sanki içimde görünmez bir nota

uzun uzun tutuldu…


Geçenlerde fark ettim:

İnsan, kendi kendine söylenmiş en eski yalandır

ve o yalanı çıplak elleriyle parçalamadıkça

hiçbir yer açılmaz,

özgürlük sadece bir söylenti olarak kalır.


Artık ne çulsuz, ne de aşçı parçasıyım.

Birinin ağzından düşen o ucuz iki kelimenin

bende bıraktığı yarık

şimdi kendime açtığım yepyeni bir kapıya dönüştü.

Tanımı hiçbir dile sığmayan bir gerçekliğe

sessizce, inatla sızıyorum:

gölgede büyüyen ama gölgeye boyun eğmeyen,

biçimi olmayan bir iç-ışık,

henüz adını koyamadığım bir omurga.


Penceremde gürültü yok;

içimde insan sesi değmemiş

eski bir bahçenin kuşları

yorgun bir sabahın göğsünü yırtar gibi ötüyor...

Sana bu satırları,

zamanın ardına saklanmış bir mektup gibi bırakıyorum.

Belki okurken, hangi yılın eşiğinde olduğunu hatırlamayacaksın;

çünkü yıllar artık defter yaprakları değil,

senin yüzüne işlenmiş çizgilerden ibaret olacak.


Bir zamanlar, gökyüzünü kanatlarıyla ölçmek isteyen

genç bir adamdın.

Kuşları dinleyerek başladın hayata,

ve sonra her kuşun, her gölgenin,

bir başka kapıyı açtığını öğrendin.

Açılan kapılardan geçtikçe hayat büyüttü seni,

ve sen her kapıda biraz daha yalnız,

biraz daha insan…


Biliyorum, sen her zaman aşkın peşinden yürüdün.

Ama aşk, sana yalnızca sevmeyi öğretmedi,

Her seferinde yeniden başlamayı…

Her defasında daha çıplak,

her defasında daha gerçek.


Şimdi,

25 yıl sonra,

belki saçların bembeyaz,

belki gözlerinde daha çok gece var.

Ama şunu bil:

sen yürümeyi seçtiğin yolun kendisisin.


Bir gün ardına baktığında,

“Ben kimdim?” diye sorma.

Onun yerine,

“Ben hangi gökyüzünü taşımayı seçtim?” de.

Çünkü senin hikâyen,

sana ait olan o gökyüzünün şiiridir.


Ve unutma,

her kuş hâlâ sana fısıldayacak,

her dal, her taş, her yaprak

senin yolunu tanıyacak.

Hayat, senden ne alırsa alsın,

sen daima kendi sesini,

kendi nefesini,

kendi göğünü taşıyacaksın.


Deniz,

bu mektubu sana bırakan senin eski halin.

Ama onu okuyan,

Belki de sonunda kendine varmış olan bir sen...

Dolunay gölgelendi,

mevsim suskunlaştı.

Yaz, ardında yarım kalmış sözler bırakarak çekiliyor…


Aşık, yolunu bilmeyen bir göçmen —

mevsimden mevsime savruluyor hâlâ.

Ardı sıra sürükleniyor,

günler hızla eksiliyor;

takvim, cellat gibi sayfalarını koparıyor,

ve ben hep gecikiyorum.


Kapımda bankalar,

ciğerimde tütünün hırıltısı,

içimde hesap soran bir kader:

Akıp gidiyor önümden dünya,

Azmağın suları gibi;

tutunacak taş yok,

durduracak el yok.


Başımda dikenli taç

yürümeye devam ediyorum:

Kanayan alnımda

varoluşun tek hakikati…

bottom of page