top of page

ANTIDISCIPLINARY POETICA

Düdüğünü çalıyor çaydanlık,

kendi buharında boğulan bir çocuk.

Tutuşmuş metalin kokusunda iç çekişler,

sıcaklıkla kabuk değiştiren bir ten…


Kapağını açan olmadı,

içinde taşan karanlık çaylar.

Dem tutmak neye yarar,

kimse içmiyorsa acıyı?

Yüzünde bir maske, yüzü olmayan yüz.

Sustum, çünkü sesimi içime boşalttılar.

Dizlerimin bağı çözülürken,

ayak bileklerimde kelepçe izi.

Beni bağlayan düğümleri,

kendi ellerimle sıktım.


Sonsuzluk, gölgesiz ve yorgun.

Yine de dengeyi tutmaya çalışan,

bir hayaletten öte değilim.

Kanatlarımı yaktılar,

kuş sanmasınlar diye beni.

Ama ben yine de uçtum,

ayaklarım yerden kesildi,

ipler boğazıma dolanırken.

Siyah kuşlar gagalarıyla düşlerimi didiklerken,

gözlerimi çıkardılar,

içimdeki açlığı görmeyeyim diye.

Kimse bilmez,

bedenini zincirlerle terbiye edenlerin,

ruhunu hangi çaylarda demlediğini.


Buharım göğe yükselirken,

kendi içime gömüldüm.

Artık bir isme ihtiyacım var mı?

Bir şekle? Bir yüze? Bir kimliğe?

İçimde asılı kalan sonsuzluk,

terazinin boş kefesinde ağırlaştı.

Ve Robin sadece baktı, sustu.

Artık var olan o muydu, ben mi?

  • 2 Şub

Evden çıkasım yok,

önümde kuşlar.

Tüyleri kara,

tüyleri ak,

kanat çırptıkça

her şey griye dönüyor.

Griye azıcık sim ekledim,

tüyler günden güne gümüşe sızıyor.


Hava açtıkça dışarıya özenirim,

uyanırım, cama çökerim.

Sabahları sis basar,

güneş geç gelir,

erken batar.

Zaman burada tersten akar,

gölgen bile geç kalır,

yanında yarım kalmış rüyalar.


Bütün gün aç,

sigara, kahve, duman.

İçim boş, midem yanık.

Akşamüstü açlık basar,

bir elimde dürüm,

diğer elimde çürümüş bir vatan. 

Para pul, pul toz,

toz mezar taşı rengi.

Evren payını aldı,

devlet siki tuttu,

geriye gri kaldı.

Hangi tanrının vergisi bu?


Akşamları yalnızlık basar,

Midemde yankılanır kuşların şarkısı,

göçebe ruhum içime sızar.

İzleyecek dizi yok,

yalnızlığın sezon finalini bekliyorum,

durmadan devam bölümü çekiliyor.


Karanlık çöker, uyurum usulca,

ya da sonsuzluk beni uyur,

ve rüyalarımda

kanat çırpar kuşlar,

gümüş tüylü,

grinin içinden geçip

ışığa karışan...

Ömrün köpüklü, tortun dibe çökmüş.

Zaman, Rolex’in kolunda donmuş.

Altın bir çakmak, avuç içinde ağır.

Sönmüş bir ışık, kaybolmuş ateş.

Sarı metalin içinde küllerinden mi doğacak?

Yanlış yerden yanmayı bekleyen bir kıvılcım,

hiçbir rüzgârla tutuşmaz.


İç içe kıvrılmış anlar.

Bekledim seni,

arzunun bir şekle bürünmesini,

etin içine ruh üflemeni...

Sen boşluğa bakarken, ben taştım,

kendi ağırlığıma gömüldüm.

Eski ben, kiloların altında bir mezar taşı.


Yıkanmamış arzuların arasında,

arınmayı bilmeyen bir tenle,

her seferinde biraz daha uzaklaştım.

Sen bilmezsin nasıl boşalır beden,

ben öğrendikçe daha da taştım.


Gömdükçe yittin,

yittikçe daha çok istedin.

Ama içi boş bir kabuk,

nasıl taşır aşkın ağırlığını?


Aynı yatakta iki isim fısıldadın.

Biri madde, biri tutku.

Ama tutku açtır gülüm,

ve sen doyduğunu sandın.

Sonra döndün,

elinde yanmış bir geçmiş,

dilin eğilip bükülmüş.

Sözüm ona: “O çabaladı, sen çabalamadın.”

Ama unuttun,

ben enkaza el uzatmam.

Çünkü külden kule olmaz.


O kadın,

kayınvalide mi, ortaçağ büyücüsü mü?

Kıymalı börek gibi ömür,

tuzsuz ama nedense yakıyor.

Asalet mi, bitpazarı mı?

Belki sadece bok rengi pusun içinde bir kanepe.


Ne sanattın, ne serserilik.

Ne aşktın, ne de yalnızlık.

Sadece bir sınır atlama girişimi belki,

beni de yanında taşımaya yeltendiğin.

Ve ben,

bir kurtuluş ararken,

beni birinin sevmesini dileyerek,

kendi kuyumu kazdım.


Şimdi adını bırakıyorum, ağırlığını da.

Düş artık içimden, yolun açık, gölgen arkada kalsın.

Evet, sen hep haklısın...

bottom of page