top of page

ANTIDISCIPLINARY POETICA

Ey gök,

neden sustun biz düşerken?

Duamızı kime gönderelim artık —

Senin adresin değişti mi, Tanrım,

yoksa sen de mi çekildin bu coğrafyadan?


Ben, Aşık.

Dilimde isyanın harfleriyle

yakıyorum çağın suratını sessizce.

Ey karanlık,

sana sesleniyorum şimdi:

Korkmuyorum!

Gölgeni alnıma sür,

ama bil ki

ben, göğsünde güneş taşıyanlardanım.


Biz ki

kalbinde “Ya Vedûd” saklayan

bu çağın âşık kuşları.

Sevdamız adalet,

sabrımız bir nehir gibi

kıvrılır zulmün kalbine.

  • 17 Nis

Üşüdük biz,

yıllar geçti, geçiyor,

ama dünya hâlâ donmuş bir yerinden tutuyor bizi.

İnsan dediğin —

hava kadar soğuk,

rüzgâr kadar keskin.

Ve vicdan…

o zaten mezar gibi sustu.


“Sıçayım sizin medeniyetinize!”

demeyi bile öğrenemedik.

Çünkü dilimiz,

başkalarının çığlıklarıyla gömülmüş doğdu.

Susmayı öğrettiler,

bir bayrak gibi katlayıp cebimize koyduk çaresizliği.


Bir sabah daha.

Yastığımda cenaze ilanı.

Uyanmadım,

yine hatırladım sadece.

Baş sağlığı mesajıyla açılıyor perde.


Öğlene doğru,

bok gibi kokan umutlarımı

biraz deterjan, biraz Allah’la yıkadım.

Çamaşır ipine astım.

Kurusun diye değil,

görsünler diye.

Bakın lan,

ben hâlâ buradayım!


Akşamüstü

kendime pembe bir gökyüzü çizdim

ama kimse görmedi.

Eski gökyüzünden kalan boşluklarla,

suskunluktan yapılmış yıldızlarla…

Galaksinin adı: Ben.

İçi boş,

ama hâlâ dönüyor.


Ve akşam oldu.

Beyaz bayrağımı yavaşça salladım —

sanki savaşı ben başlatmışım gibi.

Oysa sadece duruyordum.

Gecenin karanlığına yürüdüm sonra.

Sokak lambaları suskun,

duvarlar ağlıyor gibi.

Tanrılar?

Gülmüyordu yüzüme...


Dualar değil artık yazdıklarım —

bildiriler.

Kendime manifesto bırakıyorum.

Her dize,

bir enkazın üstüne atılmış taş.

Ve yazıyorum:

“Yokum ama yerime bir şey var artık.”


Henüz adı yok,

ama dili kanıyor,

durmadan yazıyor.

Sırtımı ormana yasladım — zamanın kıyısında.

Ulu gövdeler, kökleriyle fısıldadı eski duaları,

ama ben, kendi yankımın labirentinde sağırdım.

Rüzgâr sadece dalları değil,

ruhumun çatlaklarını da dolduruyordu—

biriken bir fırtınaya gebe,

suskun bir kıyamet gibi.


Kendimle durdukça,

sessizliğin bıçak sırtında ürperdim.

Kapüşonumu çektim,

bir taşın üstüne attım gölgemi.

Önce tırmandım dağı—

nefesim, yokuşun dilinde bir dua,

yukarıya değil,

kendimin derin kuyusuna iniyor gibi.


Sonra rampadan bıraktım kendimi,

Şirinköy’ün soluk alışına doğru.

Yokuş aşağı savrulan bedenim,

kendine düşen bir taşın ağırbaşlı çığlığı.


Kırlangıçlar pike yapıyor,

gölgemi yalayıp geçiyorlar—

belki selam, belki bir uyarı:"

Gökyüzünü unuttun," diyorlar,“

Oysa sen de bir kanat çırpışıydın."


Ormanın kokusu—

unutulmuş bir ilkbahar ayini,

yüzüme çarptı.

Yosun tutmuş kayalara dokundum,

avuç içimde yeşeren bir yalnızlık.

Bir yitişin eşiğindeydim belki,

ya da dönüşün ilk adımında.


Hayat, belki de

kendini yokuş aşağı bırakabilmek—

Tırmanırken yorulan ruhum,

inişte hatırladı:

Her adım, unuttuğu bir parçasını çağırıyordu.


İlhamımı arıyorum,

ağaçların dilinde kayıp bir ezgi.

Belki de o da küstü bana,

her dokunuşumda biraz daha uzaklaşıyor.

Her gün aynı taşı okşasam,

aynı köke yaslansam,

geri gelir mi bilmiyorum—

belki de aradığım şey,

zaten içimdeki çatlağa sızmıştır.


Doğa Ana,

bir zamanlar beni rüzgârında sallardı.

Şimdi aramızda

isimsiz bir soğukluk—

Kırgınlık?

Belki de benim unutuşumun gölgesi.


İnancımı yeniden çevirmeli miyim

o eski patikaya?


Emily fısıldıyor kulağıma:

“Ruh hep aralık kalmalı,”

diyor—

“belki bir kıvılcım girer içeri,

uyandırır sessizliğini;

belki bir ilham süzülür ansızın,

belki de…

sen yine kendine çıkarsın sonunda.”

bottom of page